9 Aralık 2015 Çarşamba

RUSYA DÜNYAYA MEYDAN OKUYOR Pof. Dr. Anıl ÇEÇEN


 Türkiye’nin Suriye sınırında bir uçağın düşürülmesiyle birlikte dünyanın siyasal gündemi değişmiş ve Orta Doğu bölgesi ile beraber Türkiye Cumhuriyeti de yeni bir siyasal krizin içine sürüklenmişlerdir. Soğuk savaş döneminde uzun süre iki ayrı kutup içerisinde yer alan Türk Devleti ve Rusya Federasyonu,  küreselleşme sürecinde normal düzeyde ilişkilerini geliştirmeye çalışırken,  birden oldubitti ile bir uçak krizinin ortaya çıkması üzerine yeniden eskisi gibi karşı karşıya gelmişlerdir. Sınırların ihlal edildiği gerekçesi ile Türk Devleti kendini savunurken,  Rusya Federasyonu resmi makamları uçağın kesinlikle bir sınır ihlali yapmadığını, Türkiye-Suriye sınırının aşılmadığını ve Suriye’deki iç savaşın önlenmesi doğrultusunda Rus uçağının kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalıştığını öne sürerek,  Türkiye’nin gerçekleri dikkate almayarak düşmanca davrandığını olay tarihinden bu yana öne sürerek siyasal gerilimi önemli ölçüde tırmandırmıştır. Rusya Devleti yetkilileri kendilerini savunurken,  sürekli olarak Türk Devletini suçlamaya çalışmışlar ve bu doğrultuda Türkiye’nin bilerek ve isteyerek kasıtlı bir saldırı içinde olduğunu kamuoyu önünde kanıtlamaya çalışmışlardır. Böylece,  soğuk savaşın sona ermesinden sonra geçen çeyrek yüzyıllık dönemdeki küreselleşme süreci yakınlaşması sona ermiş ve soğuk savaşın iki komşu ülkesi yeniden düşman durumuna sürüklenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda gündeme gelen uçak düşürülmesi olayından sonra,  iki ülke ilişkileri her gün artan siyasal gerginlik ortamında karmakarışık bir hale gelmiştir.
        
Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasından sonra giderek normalleşmeye başlayan Türk-Rus ilişkileri, çeyrek asırlık bir küreselleşme dönemi sonrasında yeniden eskisi gibi bir gerginlik çıkmazına düşmesiyle,  hem iki ülkenin devleti hem de halkları ciddi bir şaşkınlık dönemine girmişlerdir. Bir yandan son yıllarda başlamış olan her alandaki yakınlaşma durgunluk içine sürüklenmiş,  diğer yandan da iki devletin her gün birbirini suçlayan resmi açıklamaları da ortamı kızgınlaştırarak bir savaş öncesi görünümü gündeme getirmiştir. Son üç yüzyılda sürekli olarak karşı karşıya gelen ve savaşan iki büyük devletin yeniden dünyanın merkezi coğrafyasında bir çatışma ortamına sürüklenmesi, içine girilmiş olan yeni yüzyılın en önemli siyasal gerginliği olarak tırmanmaya devam etmektedir. Dünyanın ortalarında yer alan bu iki büyük devletin beklenmedik bir aşamada yeniden bir savaş eşiğine gelmesi,  Rus Çarlığı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli olarak savaşmasını ve bu savaşlar sonucunda da iki büyük imparatorluğun çökmesini hatırlara getirmiştir. Çarlık sonrasında kurulan Sovyetler Birliği ile Osmanlı Devleti sonrasında tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti, iki büyük devlet arasındaki tarihten gelen gerginliği yirminci yüzyıl boyunca tırmandırarak yollarına devam etmişler ama soğuk savaş dönemi dengeleri içinde iki büyük devlet Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi birbirleriyle savaş aşamasına gelmemişlerdir. Üç yüz yıllık savaşlar iki büyük imparatorluğu tarih kitaplarına havale ederken,  Rusya’da sosyalist sistem ile Türkiye’de Kemalist model modern zamanların temsilcisi olarak iki büyük devlet yapısını ortaya çıkarmıştır. Küreselleşme aşamasında sosyalist sistem dağılırken, Türkiye’deki Kemalist cumhuriyet yapılanması da batılı emperyalist merkezler tarafından ortadan kaldırılmak istenmiş ama her yol denenmesine rağmen bir türlü istenen sonucu ulaşılarak Atatürk Cumhuriyeti tarih sahnesinden kaldırılamamıştır. Batı tipi kapitalist model Rusya Federasyonuna empoze edilirken, Türkiye’de çeşitli manevralarla bu çizgide bir değişime zorlanmış ama istenen sonuç bir türlü elde edilememiştir.
         Küreselleşme dönemine geçilirken kuzey yarım kürede önemli sınır değişiklikleri olmuş, Çek ve Slovak devletleri birbirlerinden ayrılırken, Balkanların en büyük devleti olan Yugoslavya Federasyonu insan hakları görünümlü bir etnik çatışma yolu ile tasfiye edilmiştir. En önemlisi ise batı blokunun karşısında yer alan doğu bloku olarak Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine on beş adet bağımsız devlet tarih sahnesinde öne çıkmıştır. Yer kürenin kuzey bölgesinde istediği değişiklikleri başarıyla yerine getiren batı emperyalizmi, sıra güney yarı küreye gelince bocalamış ve dünyanın Batılılaştırılması doğrultusundaki bir küreselleşme oluşumuna güney yarı kürede yer alan devletleri sürükleyememiştir. Bunun en açık örneği de,  Sovyetler birliğinin dağılmasından hemen sonra bir oldubitti yaratarak Amerikan ordusunun Basra körfezine gelerek yerleşmesi olmuştur. ABD elçisinin kışkırtması üzerine Irak ordularının Kuveyt devletinin sınırları içine girmesiyle başlayan yeni dönemde,  önce körfez savaşı,  sonra Irak savaşı ve daha sonra da Suriye savaşının çıkartılmasıyla birlikte,  kuzey yerkürede gerçekleşen dağılma ve parçalanma oluşumlarının güney bölgesinde yer alan Orta doğu devletlerine de taşınmak istendiğini açıkça ortaya koymuştur. Ne var ki,   merkezi coğrafya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Yahudi Devleti işin içine karışınca,  her şey alt üst olmuştur. Batı kapitalizminin küreselleşme modeli eski Osmanlı ülkelerine taşınmak istenirken bu kez İsrail üzerinden Siyonizm öne çıkarak,  tarihten gelen Büyük İsrail İmparatorluğu oluşumunu yeni aşamada orta dünyanın kutsal toprakları üzerinde yeni bir siyasal düzene dönüştürmek istenmiştir. Böylece yeni bir kaos döneminin önü açılmıştır.
         Küresel sermaye ABD üzerinden bütün dünya kıtalarını yeni emperyalist açılım ile kendi hegemonyası altına almaya çalışırken,  bu durumdan yararlanmak isteyen iki bin yıllık Siyonizm akımının orta dünyada kurmayı başardığı Yahudi devletinin,  Siyon tepesinde Hz. İsa’nın dünyaya dönerek kuracağı bir küresel imparatorluk ideali çizgisinde yeni bir imparatorluk düzenine dönüştürülmesi girişimleri bütün bölge devletlerini hedef alırken,  doğu ve batı güçlerinin merkezi alanda bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Irak üzerinden çıkartılamayan üçüncü dünya savaşı bu kez Suriye üzerinden çıkartılmaya çalışılırken,  kutsal kitaplarda dile getirilen bir kıyamet senaryosu olarak Armegeddon savaşının Suriye sınırları içerisinde yer alan Megiddo ya da  diğer adı ile Amik Ovası bölgelerinde çıkabileceği ilgili uzmanlar tarafından dile getirilmeye çalışılmıştır. Basra körfezi,  Irak ve Suriye gibi ülkelerde iç savaşlar üzerinden çıkartılamayan üçüncü dünya savaşı,  bu kez doğu ve batının önde gelen büyük devletlerinin karşı taraflar olarak yer alabileceği bir kıyamet savaşı senaryosuna doğru yaşanan olaylar aracılığı ile yönlendirildiği görülmüştür. Küçük İsrail Devleti’nin Büyük İsrail İmparatorluğuna dönüştürülmesi sürecinde gerçekleştirilmesi düşünülen Armegeddon savaşının ortaya çıkabilmesi için savaşın tarafları olarak iki büyük bölge ülkesi olan Türkiye ve İran düşünülmüştür. İki büyük devletin rejim ve mezhep farklılıkları bu aşamada küresel medya üzerinden körüklenilerek kıyamet senaryosuna geçişin öncüsü olarak bir Türk-İran savaşı,  savaş lobileri aracılığı ile kışkırtılmaya çalışılmıştır. Ne var ki,  binlerce yıllık devlet tecrübesine sahip olan bu iki büyük devlet çatışma senaryolarına aldanmayarak birbirleriyle savaşmamışlar,  aksine bölgede barış ortamının korunabilmesi için her alanda yeni işbirliklerini geliştirmişlerdir. Böylece Siyonizm’in Türkiye-İran savaşı üzerinden kıyamet senaryosunu gerçekleştirme oyunu bozulunca bu kez,  merkezi coğrafya da büyük savaşı çıkaracak yeni senaryo olarak Türkiye-Rusya çatışması planlanarak yürürlüğe konulmuştur. Eskiden olduğu gibi,  her fırsatta Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getiren siyasal manevralar emperyalist ve Siyonist merkezler tarafından zamanla uygulama alanına getirilmiştir.
         Büyük İsrail İmparatorluğu’nun kurulabilmesi için bölgedeki büyük devletlerin savaştırılması oyununda, birinci aşama gerçekleştirilemeyince ikinci aşama olarak Türkiye-Rusya çatışması öne çıkarılmaya başlanmıştır. Rusya’nın,   Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra içine girdiği şaşkınlık ortamından kurtularak gene eskisi gibi batı karşıtı bir yeni soğuk savaş arayışı içine girmesi,   Türk-Rus savaşı çıkartmak isteyenlerin işine yaramıştır. Özellikle Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi üzerine Kırım lobileri yeniden Rusya karşıtı çalışmalara yönelmişler ve bu gerginlik üzerine Rusya ikinci bir adım daha atarak Ukrayna devletinin doğu sınırlarından içeri girmiştir. Batı dünyasının desteği ile Rus saldırganlığına karşı kurulmuş olan bir tampon devlet olarak Ukrayna,  yeni dönemde bölünmenin eşiğine gelmiştir. Kiev’in doğusunda yaşayan ve toplam nüfusun yarısını oluşturan yirmi milyonluk Rus asıllı insanın yeniden Rusya sınırları içine çekilmek istenmesi Ukrayna devletini bölünmenin eşiğine getirirken,  Rusya Federasyonunun yeniden eskisi gibi bir emperyal devlet olmasına giden yolu açmıştır. Kırımın işgalinden sonra Ukrayna topraklarına da giren Rus Devleti yavaş yavaş bulunduğu bölgede genişlemeye doğru yönelirken ve giderek saldırganlaşan Rus devletinin bundan sonra hangi emperyal adımları atacağı tartışılmaya başlarken, Rusya birden Suriye’ye askeri birlik göndererek merkezi alandaki savaş sürecine aktif bir taraf olarak dahil olmuştur. Bu ülkede,  yirminci asrın ortalarında kurulmuş olan Baas rejimini desteklemek ve var olan devlet yapısının yıkılmasını önlemek üzere Suriye topraklarına asker gönderen Rusya Federasyonu,  bu ülkede batı emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i tarafından örgütlenen terör örgütlerine karşı savaşa müdahale etmeye başlamış ve Irak’tan sonra Suriye devletinin de terör aracılığı ile çökertilmesi oyununu bozmaya başladığı anda,  bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi olayı gündeme gelmiştir.
         Yeni dönemde Irak ve Suriye iç savaşlarını terör örgütleri aracılığı ile bütün bölge ülkelerine yaymak isteyen emperyalizm ve Siyonizm ittifakı,  asıl hedef olan kıyamet senaryosunun gerçekleştirilebilmesi için bölgenin büyük devletlerini savaşa doğru kışkırtmış ama bunun bir türlü gerçekleştirilemediği anda,  bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi gibi yepyeni bir durum ortaya çıkartılmıştır. Kuzey yarıküresinde bir çok devletin sınırlarını değiştiren emperyalizm,  güney yarı kürede yirmiden fazla devletin sınırlarını değiştirmeyi,  hatta daha da ileri giderek merkezi coğrafyada bulunan on devleti  parçalayarak çökertmeyi,  Orta Doğu bölgesindeki terör örgütleri aracılığı ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti,   Osmanlı dönemindeki yedi yüz yıllık savaşları devlet birikimi içerisinde değerlendirerek İkinci Dünya Savaşına girmemiştir. Türkiye bu cihan savaşına girseydi,  Birinci dünya savaşı konjonktürünün ortaya çıkardığı bugünkü devlet yapılanmasını kaybedebilirdi. Yedi yüz yıllık savaşların Osmanlı imparatorluğunu nasıl çöküşe sürüklediğini dikkate alan Türk devleti,  bu yüzden bir yüzyıla yaklaşan cumhuriyet döneminde her türlü savaş olayından uzak durmaya çalışmıştır. Bunun bir tek istisnası olarak gündeme gelen Kıbrıs olayında da,  savaş bir barış harekâtı olarak yürütülmüş ve Rumların Türkleri yok etme senaryolarına karşı bir askeri çıkartma dünya kamuoyunun desteği alınarak yapılmış ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak bu ada ülkesine barış getirilmiştir. Benzeri bir biçimde,   Kuzey Irak bölgesinde tüm merkezi coğrafya ülkelerini tehdit eden terör oluşumlarına karşı da sınırlı operasyonlar yapılarak dünyanın ortasında terör üzerinden büyük bir savaşın çıkartılması senaryolarına başarılı bir biçimde engel olunmuştur. Soğuk savaş yıllarında Demirperde olarak nitelendirilen Sovyet sınırındaki bazı savaş kışkırtmalarına karşı da dikkatli bir tutum izlenerek hareket edilmiştir. Ne var ki,  bugün gelinen yeni noktada bölge devletleri savaştan kaçarken,  savaş lobilerinin desteği ile kurulan terör örgütleri istenen savaşları bölge ülkelerine yaymakta ve insanlığın geleceğini bir kıyamet senaryosuna bağlayan kesimlere yardımcı olmaktadır. Kutsal toprakların bir büyük dünya imparatorluğunun merkezi olmasını isteyenler, savaşları planlayarak bölgeye ustalıklı bir biçimde yaymaktadırlar.
         Dünyanın yirmi büyük ülkesinin Antalya’da bir araya gelerek, geleceğin dünyasını görüşmeye başlamalarından bir hafta sonra uçağın düşürülmesi bir rastlantı olmanın ötesinde kıyamet senaryosu doğrultusunda atılmış bir adım olarak görünmektedir,  çünkü gelinen yeni aşamada Türkiye ve Rusya gibi iki büyük devletin savaşa girmesi söz konusudur. Rus Devleti, geçen yüzyılın son yıllarında toparlandıktan sonra yeni politikası ile dünyaya açılırken, ideolojik imparatorluk olmayı bir yana bırakıyor ama tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi bir süper emperyal güç olarak öne çıkıyordu. Öncelikle eski Sovyet Cumhuriyetlerini yakın bölge olarak ilan ederek,  buralardaki eski gücünü yeniden toparlamaya ağırlık veriyordu. Kafkasya, Karadeniz ve Baltık ülkelerini kendisinin merkezinde olacağı büyük bir imparatorluğun eski eyaletleri olarak gören Rusya,  eski ideolojik imparatorluk yerine tıpkı ABD gibi emperyal bir imparatorluğun kurucusu olarak yeniden tarih sahnesine çıkıyordu. Orta Asya ülkelerindeki kendine Sovyetler Birliği döneminden bağlı olan yönetimleri ayakta tutan Rusya Federasyonu,  Kırım’ın işgali sonrasında Kafkas ve Karadeniz ülkelerinde emperyal adımlar atıyordu. Ukrayna’nın doğu bölgelerini işgal eden Rus askeri birlikleri,  bu bölgelerde Moskova’ya bağlı yeni eyaletler oluştururken, eski Sovyet hinterlandında hegemonya gücünü giderek artırıyordu. Bu arada,  Gürcistan’a dönük olarak yapılan Rus askeri harekâtında Osetya ve Abhazya üzerindeki Rus baskıları artırılarak,  bu iki küçük ülke üzerinden bölgesel hegemonya yayılması öne çıkarılmaya çalışılıyordu. Benzeri bir süreç Ermenistan ile gündeme getirilerek,  bu ülkenin batı blokuna kayması önleniyordu.
         ABD başkanlık danışmanı Brzezinsky,  yazmış olduğu “Stratejik Vizyon” isimli kitabında yeni dönemde Rusya’nın bütün Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı,  Gürcistan’ı ve Ermenistan’ı eski Sovyet Cumhuriyetleri olarak işgal edebileceğini öne sürürken,  son gelişmeler karşısında haklı çıkmıştır. Rus devleti soğuk savaş döneminden kalma eski geleneksel politikası olarak batı karşıtı bir doğu blokunu gene Moskova merkezli olarak gerçekleştirmeye çalışırken,  Kırım’dan başlayarak teker teker komşu ülkelere yönelik işgal girişimlerini sürdürmektedir. Rusya’nın son aylarda Suriye’ye de girerek bu eski müttefiki olan ülkeyi de işgal ederken,  rejimin korunması görünümünde bölgesel bir yayılmanın örneklerini vermektedir. Rusların kızıl elmasının sıcak denizlere ulaşma hedefi doğrultusunda Antalya’yı ele geçirmek olduğu dikkate alınırsa,  Rus Jeopolitiği Akdeniz üzerinden sıcak denizlere ve bu denizler üzerinden de okyanuslara açılmaya öncelik vermektedir. Nitekim bu politikanın bir başka uzantısında Güney Kıbrıs Rum yönetiminin ülkesinde göze çarpmaktadır. Birinci dünya savaşı sırasında sıcak denizlere inemeyen Rusya,  soğuk savaş yıllarında hem Suriye’de bir askeri üs kurma şansını elde etmiş hem de Ortadoks dayanışması doğrultusunda Yunanistan ile yakınlaşarak bu ülke üzerinden Güney Kıbrıs yönetiminde etkisini artırmıştır. İki dünya savaşı arasında Suriye üzerinden Kıbrıs’a giren Rusya bu ada ülkesinde Akdeniz’in en güçlü Komünist partisi olan AKEL’i kurmuştur. Bugün Kıbrıs Rum kesiminde en etkili siyasal parti olarak yoluna devam eden AKEL,  komünizmin bittiği bir aşamada Ruscu bir politikanın sıcak denizlerdeki temsilcisi olmuştur. Rusya Güney Kıbrıs üzerindeki etkisini,  Suriye’deki askeri üssü aracılığı ile kurarak Doğu Akdeniz’deki gücünü artırabilmiştir. Batılı emperyalistlerin merkezi alandaki ülkeleri bölerek yeni küçük devletçikler oluşturma politikalarına kendi çıkarları doğrultusunda karışmaya başlayan Rusya,   hem Kuzey Irak üzerinden Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile hem de sosyalist sistemin emperyal zorlamaları doğrultusunda Türkiye’nin kuzeyindeki Fatsa olayları ile de yakından ilgilenmiştir. Doğu Anadolu vilayetlerinde yarım yüzyıla yakın bir süre işgalci olarak bulunan Rusya,  sıcak denizlere inme yolu üzerinde bulunan Anadolu yarımadasının çeşitli bölgeleri ile her zaman emperyalist bir çizgide yakından ilgilenmiştir. Bugün Suriye ve Kıbrıs’taki üsleri ile Rusya bir doğu Akdeniz gücü olarak bu bölgedeki gelişmelere müdahale etmekte ve böylece batı politikalarına karşı çıkmaktadır.
         Bir tarafta Rusya’nın yeni emperyal güç olarak yayılma planları diğer yanda ise batılı ülkeler ile İsrail’in Orta Doğu ülkelerini yeniden düzenleme ve bu doğrultuda yirmiden fazla Müslüman ülkenin sınırlarının değiştirileceği gerçeği,  aynı anda dünyanın siyasal gündemine oturmaktadır. Merkezi alana demokrasi getirme numaraları ile bölgeye giren batılı emperyalistler,   kutsal topraklardaki güçlerini artırma doğrultusunda atağa geçerken,   bir doğulu güç olarak Rusya da bu bölgede harekete geçmiştir. Merkezi coğrafyada kesişen bu iki inisiyatif son aşamada bir Türk-Rus savaşı oluşumu ile yeni bir gündem belirleyebilir. Demokrasi görünümünde, küreselleşme senaryoları ya da insan hakları tartışmaları ile bölgede istedikleri düzenleri kuramayan batılı emperyalistler,  istediklerine bir büyük savaş sonrasında kavuşabilecekleri düşüncesi ile dün Türk-İran savaşını kışkırtırken,  bugün de bir Türk-Rus savaşının çığırtkanları olarak öne çıkmaktadırlar. Emperyal destekli bir kırk yıllık bir terör yüzünden bütünlüğünü kaybetme noktasına gelen Türkiye’yi üyesi bulunduğu NATO hiç korumazken,  Rusya’nın Suriye’ye askeri birlik göndermesi üzerine Türkiye’yi korumak için her türlü yola başvuracağını NATO yetkilileri açıklamıştır. Tam bir çifte standart olarak adlandırılabilecek bu durum bile,  merkezi alanda batı emperyalizminin savaş istediğini bu doğrultuda Türkiye’yi bir cephe ülkesi olarak kullanmaya hazırlandığını açıkça ortaya koymaktadır. Normal yollardan bölge ülkelerini parçalayamayan,  küçük eyaletler aracılığı ile Yeni Bizans ya da Büyük İsrail imparatorluklarını kuramayan batılı emperyalistler,  amaçlarına ulaşma doğrultusunda bölgenin iki büyük devletini birbirleriyle kapışmaya doğru sürüklemektedirler.   İsrail Siyonizm’i merkezi imparatorluk için bölge devletlerinin parçalanmalarına ağırlık verirken,  Atlantik emperyalizmi de Avrasya kıtasına egemen olabilmek Rusya Federasyonunun parçalanmasına öncelik vermektedir. Şu an dünya haritasına göre dünyanın en geniş topraklarına sahip olan Rusya,  bir imparatorluk konumundan yararlanarak bütün Avrasya kıtası ve komşu bölgelerini fethetmeye hazırlanırken,  Rus emperyalizminin saldırganlığını önleyebilmek üzere bu büyük devletin parçalanmasına giden yolu batılı emperyal devletler desteklemektedirler. Hem Rusya’nın hem de Türkiye dahil bütün merkezi alan devletlerinin parçalanmasına giden yolun bir büyük savaş ile mümkün olabileceğine,  dünyanın önde gelen merkezleri yavaş yavaş inanmaya başlamışlardır. Olayların bu doğrultuda yönlendirilmesi ile her geçen zaman diliminde savaş hazırlıklarının daha da öne çıktığı görülmektedir. Rusya bölge ülkelerindeki askeri varlığını artırarak ve ordusunda büyük yenilikler yaparak bir büyük savaşa hazırlanırken,  batı ittifakı da Türkiye’de böylesine bir savaş hazırlığının karşı cephesini oluşturmaya çalışmaktadır. İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye’ye gelerek merkezi coğrafyaya yerleşen NATO,  bir Atlantik insiyatifi olarak bu bölgede batı egemenliğinin temsilcisi olmuştur. Bugün de NATO’nun tıpkı Rusya gibi savaş oluşumlarına yakın durması, savaş lobilerinin çıkartmak için her yolu denediği üçüncü dünya savaşı riskini artırmakta ve dolaylı yollardan İsrail’in kutsal kitaplara dayandırdığı Armegeddon isimli kıyamet senaryosunun gerçekleşme şansını artırmaktadır. Savaştan yana olan lobiler her gün savaş yoluna su taşırken,  terör örgütlerinin işi fazlasıyla azıtarak büyük terör saldırılarına yönelmelerini de dolaylı yollardan desteklemektedirler. Batılı çevreler,  Orta Doğu ülkelerinin sınırlarının değiştirilmesi ve Rusya Federasyonunun egemenlik alanının küçültülmesi gibi senaryoların ancak bir savaş sonucunda mümkün olabileceğini düşünmeleri,  insanlığı bir üçüncü dünya savaşı riski ile karşı karşıya getirmektedir. Rus Devleti’nin tepesinde devletin yetiştirdiği militan isimlerin yıllardır egemen olması bu büyük devleti kendisini de yok edecek bir savaşa hazırlandığını göstermekte ve buna karşı güçlerin de benzeri bir örgütlenme arayışı içine girmesine neden olmaktadır, Dünya kapitalist sisteminin içine sürüklendiği bunalımdan kurtulabilmesi için de savaş giderek gerekli görünmeye başlayınca,  tüm kapitalist ve emperyalist çevreler dünyayı savaşa doğru zorlamaktadırlar.
         Batıyı karşısına alan ve batı emperyalizminin orta dünyayı ele geçirerek doğuya doğru yönelmesinin kendisini yok edeceğini iyi bilen Rusya,  böylesine bir gelişmeye izin vermemek üzere savaşa hazırlanmaktadır. Bu ülkenin lideri kısa boylu olmasına rağmen sürekli olarak medyatık gösterilerde sporcu kimliği ile öne çıkarken aslında hem çatışmaya hem de her türlü savaş senaryolarına hazır olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Kış sporlarını sevenlerin savaş sporunu da sevdiklerine dair bir görüntüyü Ruslar medya kanalları üzerinden dünya kamuoyuna aktarmaya çalışmaktadırlar. Rusya bugün sahip olduğu büyüklükte,  federasyona dahil olan eyalet devletlerini zaman içerisinde elinde tutamayacağını gördükçe daha da saldırganlaşarak eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinden egemenlik alanını genişletmeye öncelik verirken,  aslında batı emperyalizminin savaş senaryolarına da alet olmaktadır. Batı bir anlamda Rusya’yı dolduruşa getirerek bir üçüncü dünya savaşına doğru çekmek istemekte ve böylesine bir savaş sürecinde bu büyük ülkeyi çökerterek parçalayabilmenin arayışı içine girmektedir. Rusya’nın dağılması ancak böylesine bir büyük savaş senaryosu ile mümkün olabileceği için,   orta dünyanın geleceğinde kurulacak Büyük İsrail yapılanmasında bunun içinde yer alacak Türkiye ve İran gibi orta boy devletlerin de direnişleri ancak bir büyük savaş aracılığı ile önlenebilecektir. Türkiye’nin öncülüğündeki İslam devletleri ordularının NATO’nun öncülüğünde Rusya’ya karşı kullanılması,  batılıların her iki isteğinin de gerçekleşmesine yardımcı olabilecek bir yolu açabilecektir. Rusya Suriye’de teröre karşı savaşırken savaşın bir Müslüman-Hrıstıyan çatışmasına dönüşmesi tıpkı Osmanlı devleti ile Rus Çarlığının birlikte yıkılmalarına giden savaşlar dönemini yeniden başlatabilecektir. Rusya’nın kendi büyüklüğünü korumak için yakın çevresinde savaşlara girişmesi aslında kendi sonunu getirecek bir çıkmaz yola saplandığını göstermektedir.
         Rusya dünya hegemonyasına soyunarak batıyı karşısına alırken batı merkezli bir yenidünya düzeni kurulmasına açıkça karşı çıkmaktadır. Çin ile bir araya gelerek oluşturdukları Şangay İşbirliği Örgütü,  gene Çin, Hindistan, Brezilya gibi üç büyük dev ülke ile bir araya gelerek kurdukları BRİC ülkeleri topluluğu ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini bir araya getirerek oluşturduğu Bağımsız Devletler Topluluğu gibi uluslararası yapılanmalar,  aslında ABD ve Avrupa Birliği dayanışmasından ortaya çıkan Batı bloku yapılanmasına karşı çıkan çabaların bir sonucudur. Ayrıca kapitalist sistemin patronları ile para babalarının birlikte örgütledikleri Dünya Ekonomik Forumuna karşı gene Çin, Hindistan ve Brezilya ile örgütlenen Dünya Sosyal Forumu oluşumu da bir yana bırakılamayacak düzeyde önemli gelişmeler olarak yenidünya düzeninin oluşumunda karşı insiyatifler görünümünde öne çıkmaktadır. Rusya batıya karşı direnişe geçerken,  yalnız hareket etmemekte eski Sovyet cumhuriyetleri ile birlikte bütün Asya ülkelerini,  Afrika ve Latin Amerika devletlerini de yanına çekerek batılı emperyalistlerin yeni bir çıkar düzeni kurmalarına karşı çıkmaktadır. Rusya’nın bu antiemperyalist tutumu eski sosyalist dönemden kalma bir alışkanlık ile devam ederken,  içine girilmiş bulunan çok kutuplu dünya da tamamen ters bir yönde bir Rus emperyalizmini de öne çıkarmaktadır. Batı emperyalizmi ile mücadele ederken kendi emperyalizmini örgütlemek durumunda kalan Rus devleti,   bugün gelinen noktada sürekli çelişkiler içinde bocalamaktadır. Batı emperyalizmine karşı çıkarken  G-20 ülkeleri arasında Çin, Brezilya ve Hindistan ile birlikte yer almaktan çekinmemekte,  böylece yeni dünya düzeninin oluşturulması gibi yaşamsal öneme sahip olan bir konuyu,  batının önde gelen emperyalistlerinin eline bırakmamaya çalışmaktadır. Daha önceleri batının zengin ülkelerini bir araya getiren G-7 grubunun zirvelerine de bir Hristiyan ülke olarak katılarak bu emperyal yapıyı G-8 grubuna dönüştüren Rusya,  bu gibi çelişkili politikaları ile tüm emperyalistler gibi çıkarcı bir tutumun yeni temsilcisi olmuştur. Batıya meydan okuyan,  batılıların emperyalist ve Siyonist girişimlerinin önünde set kurmaya çalışan Rusya,  G-20 zirvesinde onlarla beraber olarak dünya ülkelerine kötü örnek olmaktadır. Bu durumda,  zengin batılı ülkeler ile bu tür zirvelerde birlikte olabilen Rusya’nın müttefiklerine karşı dürüst davranabilmesi giderek zorlaşmaktadır.
         Yarısı Avrupa’da yarısı da Asya’da yer alan bir Avrasya ülkesi olarak Rusya bölünmüş bir ülkedir. Avrupalı yanı ile Asya’dan uzak,  Asyalı yanı ile de Avrupa’dan uzak kalan ikili bir jeopolitik konuma sahip bulunan Rusya,  tam anlamıyla şizofrenik bir uluslararası politikanın takipçisi durumundadır. Tek yanlı politikalar ya da girişimlerin getirdiği bir istikrar ve düzenlilikten yoksun bulunan Rusya,  ikili yönü ile uluslararası alanda batı emperyalizmine karşı başarılı sonuçlar almaya çalışırken zaman zaman savaş senaryolarına kolaylıkla sürüklenebilmektedir. Suriye’de düşürülen uçak olayı sonrasında hemen savaş öncesi bir durum yaratarak sert önlemler alması,  bu durumun açık bir göstergesidir. Rusya batıya meydan okurken,  aslında batının oyununa gelmekte hem Orta Doğu ülkelerinin bölünmesine giden yolda bir alet olarak kullanılmakta hem de kendi sonunu hazırlayacak büyük bir savaş senaryosuna doğru sürüklenerek çıkmaz yolda kaybolmanın getirdiği riskli işlere bulaşmaktadır. Rusya Suriye devletini kurtarayım derken bir büyük Armageddon senaryosuna alet olma riski ile açıkça karşı karşıyadır. Geçmişten gelen ülke büyüklüğünü elinde tutabilecek nüfus gücünden yoksun bulunan Rus devleti nin sadece petrol ve gaz gelirleriyle bir yerlere gidemeyeceği anlaşılmıştır. Japonya ya da Güney Kore gibi sanayi devrimini yaşamayan bir Rusya’nın dünyanın patronu konumuna gelebilmesi mümkün değildir. Günümüzde Çin yeni ekonomik güç olarak yükselirken,  Rusya geride kalmakta petrol ve doğal gaz gelirleriyle büyük ülkesini ayakta tutabilecek örgütlenmelere girmektedir. Sadece askeri bir güç olarak Rusya’nın istediği düzeye gelerek dünyaya egemen olabilmesi hayal olmanın ötesine gidememektedir.
         Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan yumuşama ortamında Türkiye Osmanlı’yı yıkan Moskof düşmanlığından vaz geçerek bu komşu ülkeye yeni partner yaklaşımı içinde yönelmiştir. Osmanlı döneminde öne çıkan uzaklaşmanın yerini yakınlaşma almış ve bu doğrultuda her alanda dostluk ve ortaklık ilişkileri geliştirilmiştir. Milyonlarca turist her sene Türkiye’ye gelmiş,  binlerce Türk-Rus evliliği gerçekleşmiş,  Türk ve Rus işadamları hem ortaklıklar kurmuşlar hem de iki ülkede karşılıklı yatırımlarda bulunmuşlardır. Soğuk savaş döneminde yer altından komünizm gelememiş ama küreselleşme döneminde yer altından hem petrol hem de gaz gelmiştir. Batı emperyalizminin Karadeniz ve Kafkasya bölgelerine girme konusundaki ısrarlarına karşı Türk ve Rus işbirliği aracılığı ile direnilmiştir. Rusya nüfusunun üçte birini oluşturan Türk ve Müslüman bölgeler ile Türkiye yakın ilişkilerini geliştirerek bir anlamda iki devlet arasında yeni bir barış köprüsünün kurulmasına giden yolu açmıştır. Geri dönülmeyecek düzeyde gerçekleştirilen bu gibi olumlu gelişmeler bir yana bırakılarak yeniden eski düşman günler ortamına hiç dönülemeyeceği açıktır. İki ülkede etkin çalışmalar yapan Siyonist lobilerin çabalarına rağmen,  kıyamet senaryolarını gündeme getirebilecek bir büyük savaşa Türk ve Rus devletlerinin batılı emperyalistlerin oyunları ile girişmesi beklenemez. Orta Doğu’da İsrail yüzünden tırmandırılan savaş senaryolarının Kafkaslar ya da Karadeniz üzerinden dünyanın kuzey bölgelerine taşınması çok gerçekçi olmayan bir senaryo olarak giderek geride kalmaktadır. Bugün gelinen yeni aşamada bütün devletler uyanarak toparlanmaya başladığı için artık sınırları değiştirecek savaş senaryolarının gerçekleştirilmesi çok zordur. Rusya şizofrenik yapısı ile istediği kadar bir Asyalı mantığı içinde batıya karşı meydan okusun,  hiç bir zaman emperyal savaşlarla bir yerlere gidemez. Önemli olan,  batılı savaş lobilerinin kıyamet senaryolarına da alet olmayacak çizgide bir sorumluluğu bu büyük devletin yetkililerinin gösterebilmesidir. Rusya gelecekte Şangay örgütü ve BRİC ülkeleri ile birlikte Dünya Sosyal Forumu çizgisinde bir dünya barışı için öne çıkmalı ve savaşa karşı dünya ülkeleri ile bu doğrultuda dayanışma içine girebilmelidir.
          Rusya,  Türkiye ile savaşmak yerine içine girilmiş olan barış ortamını sürekli kılabilmenin arayışı içinde olabilmelidir. Elli yıl Avrupa kapısında bekletilerek dışlanan Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya geleceğe dönük bir Avrasya işbirliğini yeni dönemde başlatabilir. Bu doğrultuda Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk devletleri Türkiye ve Rusya arasında yeni dönemde bir köprü olabilir. Bu bölgelerin dünyaya açılımında Türkiye ve Rusya bir rakip olmanın ötesinde geleceğe dönük kalıcı işbirlikleri örgütlenebilir. Türk ve Rus şirketleri Avrasya bölgesinin gelişmesinde daha sıkı işbirliği yürütebilirler. Ayrıca Rusya Federasyonu içinde yer alan Türk Cumhuriyetleri ile de yeni dönemde Türkiye’nin oluşturacağı karşılıklı ilişkiler iki devlet arasında soğukluğun giderilmesinde etkin olabilecektir. Türkiye ve Rusya arasında çalışan turizm firmaları iki ülke halklarının karşılıklı olarak birbirlerinin ülkelerini gezip görmelerini daha yoğun programlar ile geliştirebileceklerdir. Türkiye’nin bir güney ülkesi olması Rusya’nın ise bir Kuzey ülkesi olması aslında iki ülkenin etkinlikleri ve ürünleri arasında bir tamamlayıcı etkiyi olumlu bir biçimde öne çıkarmaktadır. İki ülkenin ekonomik ve ticari ilişkilerinde bu durumdan kaynaklanan olumlu ilişkilerin hızla geliştirilmesi de, Türk ve Rus devletleri arasında başlatılmış olan ilişkilerin daha da gelişmesine yardımcı olabilecektir. Devlet yetkililerinin ya da siyasal kadroların başlatılmış olan olumlu ilişkileri bozmalarına,  iki ülke halkı karşı çıkarak izin vermemelidir.
         Şu an dünyaya meydan okuyan bir büyük dev konumundaki Rusya’nın bu tutumunun yeni saldırganlıklara ya da işgallere yönelmemesi için dünya kamuoyunun da harekete geçerek bu eski kutup başı ülke ile yeni dönemin işbirliklerini geliştirmesinde dünya barışı açısından büyük yarar vardır. Kendi hegemonyaları için bir kıyamet senaryosu ile üçüncü dünya savaşını gündeme getiren savaş lobilerine karşı Rusya karşı çıkabilmeli, Birleşmiş Milletler örgütündeki üst düzey konumundan yararlanarak dünya barışı için öncü çalışmalar yapabilmelidir. Rusya’nın üçüncü dünya savaşını batı blokuna karşı başlatan karşı taraf olarak değil ama Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi bir büyük devlet konumunda davranması,  hem dünya barışını kurtaracak hem de savaş lobilerinin kıyamet senaryolarının önünü kapatacaktır. Düşen uçağın gölgesi Türk-Rus ilişkilerinin geleceğini olumsuz bir çizgide etkilememelidir. Dünyanın yirmi büyük ekonomisi içinde yer alan iki büyük devletin kendi aralarında geliştireceği sosyal ve ekonomik ilişkiler, hem yeni bir dünya savaşını önleyecek hem de merkezi coğrafya üzerinden geleceğe dönük kıyamet senaryolarının kesin olarak bitirilmesini sağlayacaktır. Bu aşamada her iki devlet kendi ülkelerinde etkili çalışmalar yapan emperyalist ve Siyonist lobilere karşı ortak önlemler almak durumundadırlar. Her iki ülkenin bugünkü yönetimleri geleceğe doğru adım atarken, geçmişten gelen olumsuzlukları dikkate alarak hareket etmek zorundadırlar. Rusya’nın önümüzdeki dönemde dünyaya karşı meydan okumaya devam etmesi gibi olumsuz bir durum öne çıkarsa, o zaman Türkiye Cumhuriyetinin de Türk dünyası ve Türk devletleri ile bir araya gelerek ortak hareket etmesi kaçınılmaz olacaktır. Böylesine bir durumda Rusya’yı kendi içinde zor duruma düşürecek ve kendi nüfusunun üçte birini oluşturan Türk ve Müslüman asıllı vatandaşları ile Rus devleti ters düşmek gibi istenmeyecek bir olumsuz duruma düşebilecektir.
         Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk bugün yaşasaydı Rusya ile savaşmazdı. Onun dış politikasının ana esası Rusya ile dostluk,  İran ile ortaklık ve batılı emperyal ülkeler ile mesafeli ilişkiler kurmaktır. Modern Rusya’nın kurucusu Lenin de yaşasaydı o da Türkiye ile savaşmazdı. Lenin ve Atatürk arasında yazılan mektuplarda iki ülke halklarının emperyalizme karşı ortak bir dayanışma içinde olması gerektiği gelecek kuşaklara bir öğüt olarak bırakılmıştır. Bugün her iki devletin yöneticileri bu gerçekleri bilerek sorumluluk içinde hareket etmek zorundadırlar.

Hiç yorum yok: